Menüler
Anket
Bizi nereden duydunuz?
Maç Sonuçları
Yakın Tarihimizde Millet Kavramının Değiştirilmesi - Türk Birliği

Yakın Tarihimizde Millet Kavramının Değiştirilmesi

 

YAKIN TARİHİMİZDE MİLLET KAVRAMININ DEĞİŞTİRİLMESİ

 

İstiklal Savaşında Millet Kavramı

Türklerde milliyet bilinci en azından Göktürklerden beri var olmakla beraber, açıkça ifade edilen ve öne çıkarılması gerektiğine inanılan bir ideoloji olarak Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmıştır. İstiklal Savaşımız da bu bilinçle yönetilmekle birlikte, birçoğunun zannettiği gibi etnik Türklük bilincinin hâkim olduğu bir savaş değildir. Bu savaş, Misak-ı Milli sınırları içindeki Müslümanların emperyalizme karşı çıkma ve bağımsız olma arzularından kaynaklanan ruh bütünlüğü ile yapılmıştır. O döneme ait belgelerde (Misak-ı Milli Beyannamesi, Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları vb) sıkça kullanılan “millet” kelimesinin bugün büyük çoğunluk tarafından “Türk Milleti”ni ifade ettiği sanılsa ve günümüz Türkçesine bazı metinlerde “ulus” diye çevrilse de, belgelerin orijinalleri incelendiğinde bunlardaki “millet” ile Anadolu ve Rumeli Müslümanlarının (anasır-ı İslam) kastedildiği açıkça görülür. Nitekim Lozan Anlaşmasında Türkiye’deki gayrimüslimler azınlık sayılmış, bu anlaşmaya göre din esaslı nüfus mübadelesi yapılmış ve Karamanlı Hıristiyan Türkler de Yunanistan’a gönderilmiştir. Buna mukabil Balkanlardan ve Kafkasya’dan etnik kökeni ne olursa olsun gelen bütün Müslümanlar milletimizin tabii bir parçası sayılarak kabul edilmiştir.

 

Cumhuriyet Döneminde Millet Kavramının Değişimi

Barış içinde birlikte yaşama kültürümüzün bulunduğu geçen yüzyıllarda devletin adı Osmanlı Devleti, resmi dili Türkçe ve vatandaşları Osmanlıydı.[1][1] Birinci Dünya Savaşında Türkler, Kürtler, Araplar ve diğer Müslümanlar dokuz cephede emperyalistlere karşı birlikte savaşırken beraberlik ruhu vardı.[2][2] İstiklal Harbi ile kurulan yeni devletin adı,  savaş esnasında yürürlüğe giren 1921 Anayasasında “Türkiye Devleti”, 1922'de de saltanatın kaldırılması ve Lozan Antlaşmasının Mecliste onaylanmasından sonra, 29 Ekim 1923’de “Türkiye Cumhuriyeti” oldu. Artık devletin adı değiştiği ve Osmanlı saltanatı da kaldırıldığından milletin adı Osmanlı değildi. Yeni devleti oluşturan Müslüman halk, çoğunlukla Türk, dikkate değer bir oranda Kürt ile çok az sayıdaki başka etnik unsurlardan oluşmakta ve bir miktar da azınlık statüsünde gayrimüslimler bulunmaktaydı. Anayasanın birinci maddesinde “Hâkimiyet bilâkaydü şart milletindir.”, ikinci maddesinde de “Resmî lisanı Türkçedir.” deniliyordu ama milletin adı, yani bu devletin uyruğunda olanlara (vatandaşlarına) ne denileceği belirtilmemişti. Fransa’da yaşayanlara Fransız Milleti ve vatandaşlarına da Fransız (Fransalı) denildiği gibi, “Türkiye” olan devlet adından hareketle millete “Türkiye Milleti” ve her birine de “Türkiyeli” denilmesi mümkündü.

Ancak, Türkiye’nin kurtuluşunda ve kuruluşunda söz sahibi olan komutanlar meseleye böyle bakmıyorlardı. Onlar, Türklerin kurduğu ve büyüterek 600 yıl yaşattığı Osmanlının 1911-1918 yılları arasındaki savaşlarında cepheden cepheye koşmuş ve çok kısa bir zamanda çok geniş toprakların kaybedilmesini görmüş, elde kalan son topraklarda, toplumun son gücünü organize ederek İstiklal Harbi ile bağımsızlığı sağlamışlardı. Bir yandan yenilmenin ve kaybedilen toprakların acısını, diğer yandan da son anda yok olmaktan kurtaran zaferlerin coşkusunu hissediyorlar ve milletin bir daha bu acıları yaşamaması için her yönden güçlü bir devlet oluşturmak istiyorlardı. Onlara göre; çağ milli devletler çağıydı, milletin tek etnik kültür bilincinde olması güçlü olmanın unsurlarından biriydi ve çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Türkiye halkının tamamı kendini Türk olarak kabul etseydi ülkemiz çok daha güçlü olurdu. Gerçi, Balkanlarda Türklerin yoğun yaşadığı yerler de, aynı Arapların yoğun yaşadığı yerler gibi, halkın ayrılma arzusundan dolayı kaybedilmemişti ve düşman devletlerce zorla koparılmıştı. Birinci Dünya Savaşında ve İstiklal Harbi sırasında Türk olmayan Müslümanlar genel olarak ayrılma gayretinde olmamışlar ve Türklerle birlikte savaşmışlardı ama Arabistan’da Şerif Hüseyin’in organize ettiği bazı Bedevi kabilelerinin Osmanlı karşıtı faaliyetleri olmuş, Anadolu’da da Koçgiri İsyanı yaşanmıştı. Benzer durumlar belki ileride de olabilir, devleti zor duruma düşürebilir ve hatta daha da küçülmesine yol açabilirdi. Devletin geleceği garantiye alınmalı, farklı etnik bilinçlerin devleti zayıf düşürmesi ihtimali ortadan kaldırılmalıydı. Bu düşüncenin bir ifadesi olarak Atatürk 1923’te “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” diyordu. Öyleyse devlet Türklük bilincini esas alan milli devlet olmalı, bu doğrultuda devletin milletinin oluşturulması için “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denilmeli” ve onların da kendilerine Türk demelerini sağlayacak politikalar yürürlüğe konulmalı ve uygulanmalıydı.

Bu anlayış kesinlikle ırkçı değildi. Irkçı olsaydı, Türk ırkından olanlar dışındakilerin kendine Türk demesi yasaklanırdı. Oysa bunun tam aksine, onlarda Türklük hissi oluşturulmak isteniyordu. Fakat Türkiye’nin gerçekleri tüm vatandaşların Türk olmaya zorlanması halinde tepki oluşturacak ve problem doğuracak nitelikteydi. Bu nedenlerle 1924 Anayasasında “Türkiye ahâlisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibâriyle ‘Türk’ ıtlak olunur (denir).” hükmü konularak, bir yandan ülkemizde farklı din ve ırktan insanların bulunduğu dolaylı olarak kabul edilmiş, diğer yandan da Türkiye’de yaşayan herkese “sadece vatandaşlık bakımından” Türk denilmiş ve böylece bir “orta yol” bulunmak istenmiştir. Öte yandan, Türklük, bir “coğrafi unsur” (Türkiye ahalisi), bir de “hukukî unsur” (vatandaşlık bağı) ile tanımlanmıştır.[3][3]Türkiye’de yaşayanlar için kullanılan “millet” kavramının anlamı 1923’ten itibaren bu doğrultuda değişmiş ve zamanla “İslam Milletini” (anasır-ı İslam’ı) ifade etmekten çıkarılarak, “Türk Milletini” ifade eder hale dönüştürülmüştür. Bu ve buna bağlı olarak dinle ilgili yürütülen politikaların bazı olumlu yönlerinden bahsedilse de en önemli olumsuz etkisi, İstiklal Harbi sırasında var olan toplumsal ruh bütünlüğünün çok zayıflaması olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanların, aynı zamanda Türk Milletinin de birer ferdi (Türk) olduklarını kabul etmelerini sağlama stratejisi ve bu amaçla uygulanan politikalar, Balkanlar ve Kafkaslardan gelmiş olanlardan farklı etnik kökenli vatandaşlarımızda kısa sürede olumlu neticeler vermiş, bunlar Türk kimliğini kolaylıkla kabullenmişlerdir. Zaten, geldikleri yerlerde yaşamış oldukları hayati tehlikeler sebebiyle Türkiye’ye sığınmış, bir bakıma buraya göçleri sayesinde hayatta kalabilmiş olan ve ülkemize dağınık olarak yerleştirilmiş bulunan bu vatandaşlarımızın ve az sayılı diğer Müslüman unsurların Türk kimliğini kabullenmeleri, feodal örgütlenmeler içinde de yaşamadıklarından, bu yolda özel gayret olmasa da gerçekleşecek olan doğal bir durumdu. Ancak Türk olmayı kabul ettirme gayretleri, doğu bölgemizde çoğunluk olarak yaşayagelen Kürtlerde aynı neticeyi doğuramamıştır. Bunun tarihi ve yapısal sebepleri vardır.

 

 


 
 

 

 


[1][1]1876 tarihli Osmanlı Anayasasının; 1. maddesinde Devletin “memalik ve kıtaat-ı hazırayı ve eyalat-ı mümtazeyi” içerse de “yek vücud” olduğu ve “hiçbir sebeple tefrik kabul etmediği” (üniter nitelikte olduğu), 8. maddesinde, Devleti Osmaniye tabiiyetinde bulunanların tamamına hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı denileceği, 18. maddesinde, Devletin resmî dilinin Türkçe olduğu ve Devlet hizmetine girmek için bu dili bilmek gerektiği ifade edilmiştir. (http://www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm)

 

[2][2] Bu savaşta “Arapların Türkleri arkadan vurdukları” söylemi, milliyetçi ve ulusalcı çevrelerde eskiden beri inanılarak çok tekrarlanır. Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve oğullarının 1916’da İngilizlerin vaatlerine kanarak onlara cephe gerisinde yardım ettikleri doğrudur ve bu istisnai olay dışında Arapların bizi arkadan vurması yoktur. Filistin, Suriye, Lübnan ve Irak, Arapların ihaneti sebebiyle kaybedilmemiş, beraberlik ruhu ile kahramanca savaşılmasına rağmen yenilmemiz üzerine İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve manda yönetimleri kurulmuştur. (Müttefikimiz olan Almanlar yenildiği için yenilmiş sayılmadık; yenildik.) Türkiye’debize, bu söylem yanında “Arapların, pis, gerici, cahil, korkak ve hain oldukları” öğretilirken, Araplara da “Türklerin kendilerini yüzyıllarca sömürdüğü, Cumhuriyet döneminde de gâvurlaştıkları, İngiliz ve Fransızlar sayesinde ulus devlet olarak Türklerden kurtuldukları” öğretilmiştir. Bu propagandalarBatı kökenli olup, yüzyıllarca birlikte olduğumuz Araplarla yeniden yakınlaşma ve sömürüye karşı güç birliği yapma yönelimlerini zayıflatma ve ortadan kaldırma amacına yöneliktir. Aynı yöntem, Türklerle Kürtleri de birbirinden ayırmak için benzer motiflerle uygulanmaktadır.

[3][3]Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi Yayınları, 2000, s.68, (www.anayasa.gen.tr/1924ay.htm)

 

SıraBaşlık

Yazarlar
Halil KURUMAHMUT
LİBYA GERÇEĞİ....
Prof.Dr.Fethi GEDİKLİ
ZÜHDÎ’NİN ŞEYHİNE YAKTIĞI AĞIT
Hava Durumu
Piyasalar
Alt?n
© Copyright 2016 Halil KURUMAHMUT - Tüm hakları saklıdır.